anxiety-title-image_tcm7-187843

…Ve sen Kaygı sen onu şekillendirdiğin için o yaşadığı sürece senin egemenliğin altında olacak… (Hygenus)

Var oluşuyla kendisini bir bilinmezlikler yumağı olan kaderin içinde bulan insan var olmuş olmanın, varlığa mahkûm olmanın acısını yaşar. Kendisine sorulmadan başlatılan ve yine kendisine sorulmadan son bulacak bir süreci yaşamaya, izlemeye çalışır. Her şeyin (kendi varlığının bile) flu, muğlak görüntüsü içinde bir şeyleri bulmak, çözmek için hayatını tüketir.

Tüm yaşamı süresince insanın yakasını bırakmayan, yaptığı her eylemde kendisini dışa vuran bir etken vardır. Bu, kaygıdır. Heidegger “Varlık ve Zaman”da kaygıyı incelerken antik bir masal aktarır. Masala göre, insana şeklini veren kaygı (cura) dır ve insan yaşadığı sürece, kaygı onu egemenliği altında tutacaktır. Burada üzerinde durmaya çalışacağımız kaygı, insanın günlük hayatında, şu ya da bu nedenlerle ortaya çıkan kaygılardan çok insanın bilinmeyen bir varlığa sahip olmasının ortaya çıkardığı kaygılar olacaktır.

Ölüm ve Anlam Kaybı Arasında Kaygılı İnsan

Öncelikle insanın içinde bulunduğu Evren’in meçhul oluşunun, kaygının en büyük nedenlerinden birisi olduğunu belirtmek gerekir. Hayatı sorgulamaya başladığı anla başlayan insanın, evrenle bu bilinmezliğe dayalı ilişkisi, belki de insanlığın en karanlık ilişkisidir. Tüm görünürlüğü ve bilinirliğinin yanında içinde birçok bilinmeyeni barındıran Evren’i çözme uğraşıları, sonuçta bu meçhullüğe boyun eğdiren, kaygıyı daha fazla büyüten ve insanı bilinçli bir kaygıya sürüklemekten öteye gitmeyen gayretlere dönüşür. Dünya üzerindeki varlıklar içinde kendi varlığını sorgulayan tek canlı olan insan, bu sorgulamalar sonucunda, kendisini yaşama bağlayan tüm dış etkenlerin iç dünyasında bunaltıcı bir kaygılar çukuruna dönüştüğünü görür. Ama o, soruşturmaktan bir türlü vazgeçmez ve sonuna kadar bu belirsizliği çözmek için uğraşır.

Fakat asıl kaygılar Evren’in belirsizliğinden daha çok insanın kendi varlığının, sonunun belirsiz olmasından dolayı ortaya çıkar. Ne kadar zor olursa olsun her insan hayatta kaldığı sürece yaşamını sürdürmeye, kendisine biçilen bir rolü oynamaya çalışır. Sürekli hareket hâlindedir, fakat hiçbir zaman unutamadığı bir şey vardır. Geride bıraktığı her an kendisini artık hareket edemeyeceği ve hayata dair tüm tecrübelerinin yok olacağı bir ana doğru sürüklemektedir. Her şeyi sona erdirecek bir an için tüm anlarıyla acı çeker. Cemil Meriç yokluğu en acı hâliyle hissettiği bir anda olacak ki ölüm için şöyle der: “Ne kadar cesur olursak olalım yokluk bizi ürkütüyor.

İz bırakmadan silinmek, bir kurbağa gibi gebermek, bütün acılarımızla, bütün rüyalarımızla yok olmak… İnsan zekâsı bu kadar trajik bir sonu zor kabul ediyor.”(2) Tolstoy ise ölümü kabullenmiş, mütevekkil bir edayla: “Bir şeyin geldiği yere geri dönmesi kadar sevindirici ne olabilir?” diyor. Ve ölüm belki de insanlık tarihinin üzerinde en çok söz söylenen, insanlığın rüyalarını karartan bir kâbus olarak kalmaya devam ediyor *. Ölümü beklerken takınılan tavır ne olursa olsun, ölümün yol açtığı kaygı hiçbir zaman ortadan kalkmıyor.

Ölüm kaygısı insanın hayatı anlamlı bir hâle dönüştürmesinde de önemli bir yer tutar. Burada zamana değinmemiz gerekir. Varlığın anlamı olarak görünen zaman, yine varlığı tüketiyor olmasıyla kaygıyı artıran bir etken olarak karşımıza çıkar. İnsanın zamanın, dolayısıyla hayatının sınırlılığının farkında olması, yapılan her eylemi, yaşanan her anı önemli kılar; Heidegger de Varlık ve Zaman”da zamansallıkla kaygı arasındaki ilişkiye dikkat çekerek; zamansallığın yok olması durumunda binlerce kez bir şeyin kötü yapılmasının hiçbir önemi yok iken, zamanı yaşayan insan için böyle bir şeyin söz konusu olamayacağını belirtir.

Anlatılan şey her ne kadar yapıcı bir kaygı gibi görünse de, tek olarak varlığını yaşayan ve yine tek olarak onu kaybedecek insan tarafından ölümlülük bu şekilde algılanmaz. Ölüm, üzerine takılmaya çalışılan tüm maskelere rağmen soğuk ve ürpertici, insanın tüm zamanların en sinsi düşmanı olarak kalmayı sürdürür.
Ölüm için insanlığın rüyalarını karartan bir kâbus demiştik. Bunun yanına modern dönemle birlikte ortaya çıkan insanın anlam yitimini de koyduğumuz zaman, insanın tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar bir kaygı çemberinin içinde sıkıştığını görürüz. Yaşadığımız çağda meydana gelen hızlı değişmeler insanın hayata anlam yüklemesiyle yana yana getirildiğinde, her şeyi ile insanın aleyhine bir durumla karşılaşırız. Teknolojik gelişmelerle her gün yenilenen, değişen dünyayla insanın kendi arasında ilişki kurması onu bir tür anlamsızlık sendromuna sokar.

Gündelik uğraşılar, eğitim, iş, vs. Fakat niçin? Altından anlam zemini çekilmiş birisinin bu sorulara verebilecek cevabı yoktur. Bunca cevapsız sorunun gölgesinde artık yapılacak şey, kaygısından emin olduğu geçmiş zamanlara dönerek hayata rağmen hayatı yaşamak olacaktır. Eskiler, insan nisyan (unutma) ile malüldür, derlerdi. Kimbilir belki de insanı bu kadar unutkan olmaya sevk eden yaşamak zorunda kalacağı kaygılardan uzaklaşabilme arzusudur.
Ben unutuyorum ve kaygılıyım ya siz?

KAYNAKLAR
ÇÜÇEN, Abdülkadir (2000) Heidegger’de Varlık ve Zaman, Asa Yayınları, İstanbul.
MERİÇ, Cemil (1997) Jurnal, İletişim Yayınları, İstanbul.
STEINER, George (2000) Heidegger, Vadi Yayınları, İstanbul.
TOLSTOY, Lev Nikolayeviç (1998) Ölüm Manifestosu, Kaknüs Yayınları, İstanbul.

http://www.supermeydan.net/forum469/thread29365.html

“Damarlar sertleşince kalpler yumuşar.”
~ H. L. Mencken