leguin

“Kusursuz olmanın pek çok yolu var ve biri bile yoktur ki eziyetle elde edilsin.”

“Bir köpek tamamiyle basit bir ruh dediğiniz şeyden ibarettir,” diyerek gülümsüyor T.S. Eliot “The Ad-dressing of Cats” adlı şiirinde ve belirtiyor: “Kediler daha çok sen ve ben gibidir.” Hakikaten kediler insanlık hali teşrihinde antropomorfiz olma konusunda uzun bir geçmişe sahip ve üstelik köpekler de öyle. Biz kedi ve köpek dostlarımızı mütemadiyen kendimizi daha iyi anlamak için kullandık fakat Kedi ve Köpek hiçbir yerde Le Guin’in 1992 tarihli “Köpekler, Kediler ve Dansçılar: Güzellik Üzerine Düşünceler” makalesindekinden daha dokunaklı bir şekilde ele alınmamıştır. Bu makale her yönüyle muhteşem bir kitap olan ve Le Guin’in bize bir erkek olmak üzerine de en güzel ve çarpıcı görüşlerini sunduğu The Wave in the Mind: Talks and Essays on the Writer, the Reader, and the Imagination adlı kitapta yer almaktadır.

Le Guin gözde evcil hayvanlarımızın arketipik mizaçlarını karşılaştırıyor:

“Köpekler neye benzediklerini bilmezler. Köpekler ne boyutta olduklarını dahi bilmezler. Onları beslemek için acayip hallere ve boyutlara soktuğumuzdan, şüphesiz ki bu bizim suçumuz. Erkek kardeşimin dimdik ayaktayken sekiz parmak boyunda olan sosis köpeği tüm kararlılığıyla bir Danua’ya saldırdığında onu parçalayabilir. Küçük bir köpek, büyük bir köpeğin ayak bileklerine saldırdığında büyük köpek genellikle orada durup, afallayarak bakar – “Onu yemeli miyim? O beni yiyecek mi? Ben ondan büyüğüm, yoksa değil miyim?” Fakat sonra, Danua gelecek, kucağınıza oturmaya ve bir Peke-a-poo etkisi altında sizi dümdüz ezmeye çalışacaktır.”

Öte yandan kediler ise tamamiyle farklı bir öz-farkındalık alanına sahip:

“Kediler kesinlikle nerede başlayıp bittiklerini bilirler. Onlar kapıdan yavaşça çıkarken, siz onlara kapıyı açmak için bekliyorsunuzdur, kuyruklarını bir ya da iki parmak kapının iç tarafında bırakıp dururlar ve bunu bilirler. Kapıyı açık tutmaya devam etmek zorunda olduğunuzu bilirler. Bu yüzden kuyrukları oradadır. Bu da bir kedinin, bir ilişkiyi sürdürme yöntemidir.

Ev kedileri küçük olduklarını ve bunun önem arz ettiğini bilirler. Bir kedi, tehditkâr bir köpekle karşılaştığında yatay ya da dikey bir kaçış yapamaz. Birden kendini bir çeşit tuhaf kürklü balon balığı gibi şişirerek kendi boyutunun üç katına çıkaracaktır ve bu işe yarayabilir çünkü köpeğin kafası yine karışır – “Onun bir kedi olduğunu düşünmüştüm. Ben kedilerden büyük değil miyim? Beni yiyecek mi?”

Dahası, Le Guin’in belirttiği üzere kediler görünürde estetikçi, kendini beğenmiş ve manipülatiftir. Kedi fotolarının doruğa çıktığı yirmi yıl sonrasında tamamen yeni anlam katmanları kazanan bir pasajda, şöyle yazar:

“Kediler görünüm duygusuna sahiptir. Bir ayağı diğer kulağının arkasında saçma bir pozisyonda oturup kendini temizlerken bile kıs kıs neye güldüğünüzü bilirler. Onlar sadece önemsememeyi seçerler. Bir keresinde bir çift İran kedisiyle karşılaşmıştım: Siyah olanı her zaman kanepedeki beyaz mindere yaslanırdı, beyaz olanı ise onun hemen yanındaki siyah mindere. Sadece bu da değildi, her ne kadar kediler her zaman bu konuda düşünceli olsalar da, tüylerini en iyi görünecekleri yere bırakmak isterlerdi. Ve en iyi nerede görüneceklerini bilirlerdi. Kedilerinin yastıklarını koyan kadın, onlara Dekorcu Kediler derdi.”

Oyunbaz ile dokunaklıyı birbirine bağlamada usta olan Le Guin insanlık haline geri döner:

“Biz insanların birçoğu köpekler gibiyiz: Ne boyutta olduğumuzu, nasıl şekillendiğimizi, neye benzediğimizi gerçekten bilmiyoruz. Bu bihaberliğimizin en uç örneği uçaklardaki koltukları tasarlayan insanlar olmalı. Diğer uçta ise kendi görünüşünün en kusursuz, en canlı olduğu duygusuna sahip olan dansçılar olabilir. En nihayetinde dansçıların benzediği şey yaptıkları şeydir.”

Le Guin, dansı “zaman-uzayda hareket eden insan bedeni” olarak tanımlayan efsanevi koreograf Merce Cunnigham’ı yankılarcasına, tanıdığı dansçıları ve onların işgal ettikleri uzaya dair illüzyon veya kafa karışıklığından ne denli sıra dışı şekilde uzak olduklarını anlatır. Ayak bileği sıyrılınca “Nerdeyse mükemmel bedenim uf oldu!” diye feryat eden genç bir dansçıyı anlattıktan sonra şöyle yazıyor Le Guin:

“Sevimli bir şekilde komikti fakat açıkça doğruydu da: Bedeni neredeyse kusursuzdu. Neresinin kusursuz olduğunu, neresinin olmadığını biliyor. Elinden geldiğince bedenini mükemmel tutmaya çalışıyor. Çünkü bedeni onun enstrümanı, aracı; geçimini sağladığı ve sanatını icra ettiği şey. O da tam bir çocuğun yaptığı gibi bedenini yaşıyor fakat daha bilerek. Ve bundan memnuniyet duyuyor.”

Dansın sağladığı şey, hepsinden öte, tamı tamına böylesi bir bedensel mutluluk vaat etmektir – mükemmellik değil ama tatmin. Le Guin, dansçıların “diyet ve egzersiz yapan kişilerden daha mutlu olduğunu” iddia ediyor. Bu ikincilerin, onları aynen mükemmeliyetçiliğin sanat ve yazında yaratıcılığı zayıflatması gibi sakatlayan imkânsız ideallerini düşünür Le Guin:

“Mükemmellik yirmisindeki sporcu bir oğlan, on ikisindeki jimnastikçi bir kız gibi “yağsız”, “gergin” ve “sert”tir. Elli yaşındaki bir adamın ya da herhangi yaştaki bir kadının vücudu ne tiptir? “Mükemmel?” Mükemmel olan nedir? Beyaz bir minder üzerinde siyah bir kedi, siyah bir minder üzerinde beyaz bir kedi… Çiçekli bir elbise içinde kumral bir kadın… Kusursuz olmanın pek çok yolu var ve biri bile yoktur ki eziyetle elde edilsin.”

Le Guin parmak uçları üzerinde neşeliden ciddiye doğru zarif ama belli belirsiz bir dönüş yapıyor. Çeşitli kültürlerin imkânsız ve genellikle sancılı insan güzelliği ideallerinden, özellikle “idealleştirilmiş kadın güzelliği”nden bahseder:

“1940’larda lisede olduğum zamanı hatırlıyorum da beyaz kızlar saçlarını kimyasallar ve ısıyla büzüştürüp kıvırcık yapmaya çalışıyordu. Siyahî kızlar saçlarını kimyasallar ve ısıyla maşalayıp düzleştirmeye çalışıyordu. Ev perması henüz keşfedilmemişti ve çocukların birçoğu bu pahalı bakımları karşılayamıyordu. Dolayısıyla üzgünlerdi çünkü kurallara uyamıyorlardı, güzelliğin kurallarına.

Güzelliğin her zaman kuralları vardır. Bu bir oyun. Bu oyundan servet kazanan ama kimi incittiğini umursamayan insanlarca kontrol edildiğini gördüğümden beri güzellik oyununa küsüm. İnsanları kendilerini aç bırakarak, çirkinleştirerek ve zehirleyerek kendilerinden hoşnutsuz hale getirdiğini gördüğümde bu oyundan nefret ettim. Çoğu zaman bu oyunu yeni bir ruj alarak, yeni bir ipek gömlekten memnuniyet duyarak kendi başıma azıcık oynarım.”

Yaşlanma üzerine okuduğum diğer tüm yazarlardan daha incelikli, mizahi ve ağırbaşlı yazan Le Guin, özellikle boğucu olan sonsuz gençlik idealine değinir:

“Oyunun bir kuralı da, çoğu kez ve çoğu yerde, güzel olanın genç olmasıdır. Güzellik fikri daima gençliğe dairdir. Bu kısmen basit gerçekçiliktik. Gençler güzeldir. Pek çoğu. Yaşlandıkça bunu daha net görüyor ve hoşnut oluyorum.

[…]

Yine de benle yaşıt ve daha yaşlı insanlara bakıyorum ve başları ve eklemleri ve benekleri ve çıkıntıları, çok çeşitli ve ilgi çekici olsa da, onlar hakkında ne düşündüğümü etkilemiyor. Bu insanların kimisini çok güzel buluyorum, kimisini ise bulmuyorum. Yaşlı insanlar için güzellik, gençlerde olduğu gibi, hormonlarla gelmiyor. Kemiklerle alakalı. Kişinin kim olduğuyla alakalı. Gitgide daha net şekilde, o mükemmel yüz ve bedenlerden, ne ışıdığı ile alakalı hale geliyor.”

Ancak Le Guin’in dokunaklı bir şekilde gözlemlediği üzere, yaşlanmanın getirdiği dönüşümü bu denli ıstıraplı kılan şey, güzelliğin yitirilmesi değil; her şeyden önce, anlatılması can sıkıcı ölçüde güç bir olgu olan, kimliğin yitirilmesi. Şöyle yazıyor Le Guin:

“Aynaya bakıp artık beli olmayan o kadını gördüğümde, beni en çok neyin endişelendirdiğini biliyorum. Mesele güzelliğimi kaybetmiş olmam değil, zaten hiç öyle pek de güzel olmadım. Mesele o kadının bana benzememesi. Olduğumu düşündüğüm kişi olmaması.

[…]

Köpekler gibiyiz belki de: Nerde başlayıp nerde bittiğimizi bilmiyoruz. Uzayda, evet. Ama zamanda, hayır.

[…]
Bir çocuğun bedeninde yaşamak çok kolay. Yetişkinin bedeninde ise değil. Değişim zorludur. Ve bu öylesine büyük bir değişimdir ki birçok ergenin kim olduğunu bilmemesine şaşmamak gerek. Aynaya bakıyorlar ve “Bu ben miyim? Kimim ben?” diyorlar.

Ve bu, altmış veya yetmişinize geldiğinizde, bir kez daha yaşanıyor.”

Le Guin, akla Rilke’yi getiren bir duyarlılıkla – “Bedenini ruhuna kurban edenlerden değilim,” yazmıştı, Rilke, “çünkü ruhum bu şekilde hizmet edilmekten hoşnut kalmaz.” – bedenin dışında, bedenden öteye entelektüelleşme dürtümüze karşı ikaz eder:

“Kim olduğum kesinlikle nasıl göründüğümün bir parçası ve nasıl göründüğüm de kim olduğumun. Nerde başlayıp nerde bittiğimi, kaç beden olduğumu ve bana neyin yakıştığını bilmek istiyorum… Bu bedenin “içinde” değilim; ben, bu bedenim. Bel ile veya belsiz.

Ancak yine de, bedenimin yaşadığı tüm o dikkate değer, heyecan ve endişe verici, hayal kırıklığı yaratan dönüşümlere rağmen, benimle ilgili değişmeyen, değişmemiş olan bir şey var. Orda nasıl göründüğünden ibaret olmayan biri var ve onu bulmak ve tanımak için, ötesine, içine, derinine bakmam gerekiyor. Yalnızca uzayda değil, zamanda da.

[…]

Bir yanda gençlik ve sağlığın, asla gerçekten değişmeyen ve daima gerçek olan ideal güzelliği var. Bir yanda film yıldızlarının ve reklam modellerinin ideal güzelliği, kuralları zaman içinde ve yerine göre sürekli değişen ve asla tamamen gerçek olmayan güzellik oyunu ideali var. Ve bir de, yalnızca bedende değil, beden ve ruhun karşılaşıp birbirini tanımladığı yerde gerçekleştiği için tanımlaması veya anlaşılması daha zor bir ideal güzellik var.”

Ve yine de, fani tecessümlerimize dayattığımız tüm idealler için, Le Guin en dokunaklı, ama garip bir şekilde en özgürleştirici vurgusunda, güzelliğimizi her yönüyle nihai olarak açığa çıkaranın ölüm olduğunu öne sürer – ölüm, zaman ve uzayın mutlak eşitleyicisi; ölüm, Rebecca Goldstein’ın ifadesiyle şunu görmemizi sağlayan harika bir berraklaştırıcıdır: “İnsanın sevdiği, onun dünyasıdır, tıpkı kendisinin bir dünya olduğunu bildiği gibi.” Bu uzak görüşlü mercekle Le Guin, kendi annesini ve onun güzelliğinin birçok boyutunu hatırlar:

“Annem seksen üç yaşında, kanserden, acı içinde öldü. Dalağı, bedeninin biçimini bozacak ölçüde büyümüştü. Onu düşündüğümde gördüğüm kişi bu mu? Bazen. Keşke olmasa. Bu gerçek bir görüntü, yine de, daha gerçek bir görüntüyü bulandırıyor, puslandırıyor. Anneme dair elli yıllık anılarımın arasında bir anı. Zaman içindeki en sonuncusu. Onun altında ve arkasında, daha derin, daha karmaşık, hayallerden, şayialardan, fotoğraflardan ve anılardan mürekkep, sürekli değişen bir görüntü var. Colorado dağlarında kızıl saçlı küçük bir çocuk görüyorum, üzgün bir yüz, narin bir genç kız, nazik, gülümseyen genç bir anne, pırıl pırıl bir entelektüel kadın, rakipsiz bir flört, ciddi bir sanatçı, harika bir aşçı – onu dağıtırken, ot içerken, yazarken, gülerken görüyorum – narin, çilli kolundaki turkuaz bileklikleri görüyorum – bir an için, hepsini bir kerede, hiçbir aynanın yansıtamayacağı, yıllardan yansıyan o güzel ruhu görüyorum.

Büyük sanatçıların gördüğü ve çizdiği şey bu olmalı. Rembrandt’ın portrelerindeki yorgun, yaşlı yüzlerin bize böylesine haz vermesi bundan olmalı: Bize güzelliği gösteriyorlar, cilt seviyesinde değil, ömür derinliğinde.”

The Wave in the Mind, bir ömür boyu sizinle kalacak türde bir kitap, ömürlük bir kitap olmayı sürdürüyor.

https://dunyadanceviri.wordpress.com/2015/09/24/le-guinden-yaslanma-ve-guzelligin-gercekten-ne-anlama-geldigi-uzerine-maria-popova/

“Tırtıl tam da dünyasının bittiğini düşündüğünde kelebek olur.”
~ Anonim