Yaşlılık Karakteri Nasıl Ortaya Çıkarır – James Hillman’la Genie Zeiger’in (The Sun gazetesi) bir Söyleşisi

Hillman James

İlk kez James Hillman’ı on yıl önce Mavi Bir Ateş, yazdıklarının Thomas Moore tarafından  düzenlenmiş bir seçkisi,  yoluyla tanıdım, o zamadan beri Hillman benim kişisel kral Süleyman’ım, entelektüel bir kahraman,  bazen şaşırtıcı olsa da tekrar tekrar okuyup ve bazen yüksek sesle hayranlıkla “bunu hiç düşünmemiştim” dediğim bir yazar, oldu.

En yeni kitabı, Karakterin Gücü ve Biten Hayat’ta Hillman yaşlanma konusuna yöneliyor ve kendi alışıldık tarzıyla genel olarak kabul edilmiş kavramları daha geniş bir bakışı zorlayarak tepetaklak ediyor: çöküş derdi: bellek kaybı, sinirlilik, uykusuzluk, kalp çökmesi, kuruyup bitmek- . Ülkemizde yaşlanma temelde “tedavisi” için büyük paraların harcanması gereken bir hastalık olarak görülür. Hillman tedavi edilmeye ihtiyacı olanın kalçamız değil yaşlılık konusundaki inançlarımız olduğu konusunda emin – ruh ve bireysel karakterden çok biyolojiye ve ekonomiye öncelik veren fikirler.

Hillman kendisini “arketipik psikoloji” denen düşünce ekolünün kurucusu olarak değil (on yıl süreyle İsviçre –Zürih’teki Jung Enstitüsünün direktörüydü)  ama “değişimci düşünür” olarak görüyor. Onun yaşlanmaya farklı bakışının merkez paradigması karakter kavramıdır, bu kavramı bir insanın doğasının tümü  yani “olmak zorunda olacağınız ve yıllar önce olmuş olduğunuz kişi,” olarak tanımlıyor. Yüzümüzün nasıl göründüğünü, alışkanlıklarımızın, ilgi alanlarımızın, dostluklarımızın, acayipliklerimizin, tutkularımızın ve işimizin ne olduğunu oluşturan karakterdir, diyor. Veriş ve alış şeklimizi belirler; sevgimizi, çocuklarımızı etkiler. Ve yaşlandıkça, karakterimizin gücü doğal olarak derinleşir. “Karakter yaşlanmayı yönlendirdikçe,” diye iddia ediyor Hillman, “yaşlanma karakteri ortaya çıkarıyor.”

Eğer karakter ve ruh  oluşumuzun ana temeliyse o zaman fiziksel beden ve onun kayıpları daha açık ve daha yaratıcı şekillerde görülebilir: yaşlanmanın galeyanları ve ıstırapları,  fizyolojik amaçları ve karaktere sağladığı sezgiler ışığında görülebilir.  Örneğin, insanın annesi bir hikayeyi yüz kez anlatıyor diye kızacağına insan ona yaşamımızı anlayacağımız  ve atasal bilgi ve bilgeliği ileten bir arketipik “Öykü”yü yayıyor olarak bakabilir.

İyi yaşlanmak için Hillman, yaşlılık konusunda yararsız olumsuz fikirleri bırakma cesareti bulmamız ve onun yerine bu süreçin değerini bulma merakı geliştirmemiz gerek, diyor.. Güneşin batışındaki solan ışığa ve güzelliğin parlaklığına gözlerimizi açık tutmamız gerektiğinde israr ediyor.

Hillman: The Sun tamamen kişisel ve alışılmadık bir çalışma, ama yalnız bir ses, daha politik olmasını istiyorum. Dolaylı bir şekilde politik, her ne kadar değerleri temsil ediyorsa da.

Zeiger: Ve derin düzeyde kişisel anlatımı da temsil ediyor. İnsan varlığının zor gerçeklerini dürüstçe söyleyecek çok yer yok.

Hillman: Gene de genim düşüncem, bizim derin deneyimlerimizin Doğu Avrupalılarınkiyle ya da Ruslarınkiyle ya da Güney Amerikalılarınkiyle ya da Afrikalılarınkiyle karşılaştırdığınızda bizimkinin öylesine bihaber,minik ve utanç dolu –insanların yalnızca babalarıyla nasıl bir ilişkisinin olduğunu konuşmaları- olduğu. Bizim romanlarımız, dünyanın diğer kısmındakilerle karşılaştırıldığında dar görüşlü ve sınırlı.

Zeiger: Fakat bu sınırlı hayatlar, bu kadar çok konforla çevrilmişiz, gerçeğiyle ne yapabiliriz? Daha derin, daha anlamlı romanlar yazmak için zorluk üretemeyiz.

Hillman: İyi soru, ne yaparız? Sonuç olarak Kosova ya da her nerede insanlara baksak kişisel deneyimleri var: eşleri terk etmiş, ya da kansere yakalanmışlar. Ancak deneyimleri başka bir şeyin parçası.  Dünyayla, toplumla, trajediyle ve kaderle ve politik ve sosyal yansımalarla yankılanıyor. Bizimkiler yalnızca konforlu hayatımızın parçası mı, dediğin gibi? Ya da biz kendimizi kozmozun daha büyük resminden ayırdık mı?

Zeigler: Ben genellikle haberlerden uzak dururum ve sonra dünyanın daha büyük tiyatrosuna katılmamaktan dolayı da suçlu hissederim. Ama o imajları görürsem onlar konusunda bir şeyler yapmak için sorumlu hissederim ve yapamam, belki para yollamak dışında. Kendimi güçsüz bırakılmış hissediyorum.

Hillman: Evet, güçsüz, ancak yanıtları var. Gary Snyder der ki; sizi bir şey etkilediğinde, aç bir çocuk ya da ölü bir balık ya da bir ormanın kesilmesi ya da havaların ısınması –o özel şeyi alın ve içine girin. O balık konusunu, onu çevreleyen Hint mitini, balığın tüm yaşam çevrimi konusunu öğrenin. Öğrenerek sempati geliştirirsiniz ve uzman olursunuz. Kalbinizin dünyanın sorunlarıyla bağlı olduğu bir yer seçersiniz. Yalnızca “Bu artık çok. Taşıyamıyorum” diyemeyiz.

Zeiger: Yaşlılar merkezinde yazma atölyeleri çalışmasına gönüllü oldum, ama yeterli hissettirmiyor. Çok kolay. Zevk alıyorum. Belki de biraz fedakarlık gereğine ihtiyaç var.

Hillman: Bu iyi bir nokta. Örneğiniz ayrıca bir soruyu getiriyor: Niye bizim toplumumuz yaşlıların yardıma ihtiyacı olduğunu düşünüyor. Diğer başka toplumlarda o insanlar diğerlerine  yardım götürürler: öğretme becerileri, öykü anlatma, ritüellere önderlik etme, çocuklara bakma. Yapılacak katkıları var ama onun yerine bakılmaya gereksinimi olan hasta insanlar olarak ayrılıyorlar. Bu saçma. Ve karakterin gücü kısmen bu statü konusunda.

Zeiger: Kitabınız yaşlanmaktan çok korkan kültürümüzü,  daha iyi bir dengeye getirmek için bir girişim gibi görünüyor.

Hillman: Evet, biz genç bir ulus sayılırız; daima kalk –ve- git, kendi başına işler yap, kazanan hepsini alır durumuna taptık. Ve biz aynı zamanda pratik bir ulusuz ve yaşlı insanların pratik değerini fark etmiyoruz. Yaşlılığa bilgeliği ve anlayışı ve bütün bu güzel şeyleri bağladık ama bundan bizim kalk-git kültürümüzde pek yararlanmıyoruz.  Yaşlı insanların toplumumuz için çok yararlı olduklarını fark etmeliyiz: Çok biliyorlar; çok fazla beceri kazanmışlar; aygıt bilgisine sahipler. Yaşlı marangozları, yaşlı bahçevanları düşünün. New York City’deki yaşlı bir kumaşçı bir kumaşa dokununca onunla ilgili her şeyi bilir ve bu pratiktir. Yaşlı insanların değerini yeniden vermek için onlara daha pratik gözle bakmalıyız. Belki bilgisayarları bilmiyorlar ama yaşamda bilgisayardan çok daha fazla şey var. Yemeden ve yemek pişirmekten ne haber? İnsanlara duyguları ele almayı bilerek bakmaktan ne haber?

Zeiger: Sanırım yaşlanma korkusu, ölme korkusuyla ilişkili ve aynı zamanda da gerçekten canlı olma korkusuyla.

Hillman: Güvence takıntılı bir kültür olduk. Hava yastığı kültürüyüz. Arabalar alıyoruz güvenlik özellikleri nedeniyle. Her şeyin güvenliği olmalı ki kaza olmasın. Ölümden ya da kazadan kaçmak ya da herhangi bir tür yaradan, ana konumuz oldu. Sanki fiziksel kapıları olan toplumlarda yaşıyoruz, öngörülemeyeni dışarıda tutmak için.

Zeiger: Bu görünemeyen korkusu bizim puritan başlangıçlarımızla ilgili görünüyor: Canlılık, cinsellik korkusu.

Hillman: Evet, şeyleri kontrol altında tutmak. Ve çok başarılıyız, eğer başarıyı maddi şeyler bakımından ölçerseniz.

Zeiger: Herkes bizim sahip olduklarımızı istiyor görünüyor. Fakat “Karakter Gücü”ne dönecek olursak: Bu son kitabınız “Ruhun Kodu”nun doğal bir uzantısı olarak görünüyor.

Hillman: Yani yaşlılık temasıyla yıllardır uğraştığımızı gösteriyor. Çok önceleri Ruhun Kodunu yazdım, kalp sorununa, geceleri uyanmaya, bellek kaybına, sinirliliğe, bunları yalnızca çöküş olarak görmek yerine onların size ne yaptığına bakarak şimdi kitabın ortasında bir bölüm haline getirdiğim birkaç tebliğ de verdim. Karakter Gücü çeşitli belirtilerle nasıl başa çıkacağınıza ilişkin pratik bir rehber değil ama yaşamınızda ne oluyora başka yollarla bakmanızı sağlayan bir girişim daha çok, yani uykusuzluk geldiğinde, örneğin, yalnızca bir tanı etiketi olan “uykusuzluk”tan çok daha geniş bir tanım. Sorabilirsiniz; “Daha az mı kafein almalıyım? Hap almalı mıyım? “Ama bir yere varamazsınız. Ya da sorabilirsiniz, “Niye gece 3.00 de kötü düşüncelerle uğraşıyorum ve sonra güne başlamaya hazır olduğum saat olan 7.00 de uykuya dönüyorum,? Bu can sıkıcı dört saat  ihtiyacım mı var?”

Uyumadığınızda daha hassassınız. Sanki cildiniz soyuluyor. Gece gelen bu şeytanların bazıları gündüz gelemez.  Hayat zorla girer; telefon vardır, faks vardır, bütün bu aletler. Tamirci gelir; kapıcı gelir; temizlikçi kadın gelir. Daima bir şeyler olur, yani şeytanlar yollarını nasıl bulsun?  Başka bir kültürde, insanlar bu gece deneyimlerine iyi bir gece uykusundan çok daha fazla önemli bir şey olarak bakarlar, çünkü bunlar öteki dünyayla buluşmak için bir şanstır.

Zeigler:  Beden harika bir öğretmen, evet, doğal olarak insomniya  ya da yaşlı bir insanın, örneğin, annenizin aynı öyküyü bininci kez anlatmasıyla ile ilgili hoş olmayan bir şeyler var görünüyor.

Hillman: İnsomniya geceye ve uykuya tamamen yeni bir yaklaşım istiyor ya da sadece bir kötü şey olarak bakacaksınız. Yaşlı insan aynı öyküyü bininci kez anlatırken   bizim sorunumuz onu değişik bir şekilde nasıl dinleyeceğimizdir.

Zeiger: Bunun olası olduğunu düşünüyor musunuz?

Hillman: Evet, kendi durumumdan biliyorum, anneannemin hikayelerini tekrar tekrar dinleyemezdim, annem dayanamazdı. Ve kızım annemin –babaannesinin- hikayelerini dinleyebilirdi, alıp bir yerlere götürebilirdi, içlerine girebilirdi, ve bir diyalog başlatabilirdi.

Zeiger: Sanırım ebeveynle çok özdeşleşiyoruz ve kendimizin de onlar gibi olacağımızı hayal ediyoruz. Biz de hasta olacağız diye korkuyoruz, benim annemin Parkinson ve demansını almış olacağımdan korkum gibi.

Hillman: Yaşlanmayı hastalıkla karıştırmamalıyız. Bunu bu ülkede uzun süredir yaptık. Yaşlanma hastalık değil.  kanser olabilirsiniz, otuzaltı yaşında korkunç olacak olan ya da çocuklukta lösemi. Ama bazı nedenlerle biz yaşlılığı hastalıkla eşitliyoruz.  Çok insan yaşlılıkta hastalanır ama çoğu da hastalanmaz. Daha bugün 102 yaşında olup kendine bakan bir insan duydum.

Alzheimer olacağımızı düşünüyoruz, hepimiz. Elli yaşındaki insanlar böyle düşünüyor.  Farz edin ki bir demet mektupla postaneye gittiniz ve araba anahtarlarınızı bulamadınız ve sonra araba anahtarlarını buldunuz ama postaneye geldiğinizde mektupları yanınızda getirmemişsiniz. Küçük bir kayma ve Aha! Alzheimer, diye düşünürsünüz. Bu zihnimizin ve kültürümüzün çalışma şekli. Sabahtan akşama TV ve gazetelerdeki ilaç üreticilerinin propagandalarıyla  doyurulmuşuz. Yani hastalığa takıntılıyız. Hava yastığı kültürüyle bunu kastediyorum. Bizim girilmez toplumlarımızda, girilmez kendimizde  öyle zenginiz ve egolarımız öyle güçlü ki her şeyden korkuyoruz: hastalık, yaşlılık, farklı renkteki insanlar, fakir insanlar, herhangi bir farklılık. Çok korkuyoruz.

Zeiger: Bu reaksiyonlar Amerikan araştırmacı ruhuna o kadar karşıt ki.

Hillman: Risk nereye gitti? Yaşlanma risk zamanı ve yaşlı insanlar inanılmaz cesaret sahibi. Tıpkı cadde geçerkenki gibi. Tıpkı yaşamı daha incinebilir bir yapıyla karşılamak gibi. Tıpkı alt kata inerken ya da küvetten çıkarken olduğu gibi. Riskler. Cesaret. Kitapta bunlar üzerinde duruyorum.

Zeiger: Yaşlılar yazma grubumda bir kadın var, kör oldu –yetmiş altı yaşında- ve zihninde şiir yazıyor ve onları sınıfa okuyor.

Hillman: Gerçekten? Onun için iyi.

Zeiger: Seksen yedi yaşında çok güzel ve duygu dolu bir yüzü var. Kitabınızdaki “Ara faslı” bölümünü sevdim: yüzde meditasyon potborileri.. Genellikle kişisel gelişim kitaplarını sevmem, ancak söylemeliyim ki bu bölüm kendi yaşlanan yüzümü sevmeme yardım etti. Yüzler, onların önemi konusunda bir şeyler söyler misiniz?

Hillman: Birinin yüzünü göstermesi kim olduğunu gösterme cesaretine sahip olmanın bir kısmıdır. Ve kendi yüzünüzle anlaşmanız bir ömür alır. Yalnızca düşünün, oniki ya da onaltı yaşındayken nasıl farklı görünmeyi istediğinizi. Ve bu herkes için geçerli; en mükemmel kız ya da oğlan bile bu bakımdan tatminsizdir. O halde niye? Yalnızca magazin kapağındaki modele benzemediğiniz için değil. Başka bir şey. Henüz yazgınızı kabul etmediniz, kim olduğunuzu kabul etmediniz. Yaşlandıkça yüzünüz ve kim olduğunuz arasındaki ilişki olgunlaşır. Birlikte harmanlanır. Gerçek kendiniz daha çok görünür.

Zeiger: Gerçekten yaşlı bir insandan parlayan ruh gibi ve onu güzel yapar. Böyle bir arkadaşım var. Seksen altı yaşında ve bana genç görünüyor.

Hillman: Gerçekten “genç” mi demek istiyorsun yoksa canlı, dinç, tatlı, yakışıklı, çarpıcı mı? Bütün bunları nasıl gençliğe verdiğimizi görün. Ve gözler sararmış bile olsa, kataraktlı bile olsa, aşkın bir güzellik var. Gerçek insan orada.

Kitabın başka bir kısmında, diğer bir insanın yüzündeki etik iddiayı vurguluyorum.  Fikir, Fransız filozof Emmanuel Levinas’tan. “Öteki benim komşum olur, kesinlikle yüzünün beni davet etme yolu aracılığıyla,” diyor. Öteki insanın yüzü bir tepki ister. Levinas diyor ki; uygarlaşmanın başladığı yerde etik sorumluluk başlar: yüz yüze. Çok önemli bir şeyi saptıyor.

Zeiger: Git gide daha az yüz yüze geliyoruz, e-postayla kaçınılmaz olarak birbirimize giderek yabancılaşıyoruz.

Hillman: Şimdi büyük bir konuya dokunuyoruz, çünkü internetin yüzü yok. Konuştuğumuz kişiyi görebilsek bile tam aynı olmuyor. Ancak TV de haberleri veren insanlar bizim yakınlarımız oluyor çünkü yüzleri her gün orada. Yaşlı insanlar açarlar TV yi ama haberler ya da hava durumu için değil, bakmaya alıştıkları yüzler için. Yüzler sizi yakalar ve bu şovları yapan insanlar bunu bilir.

Zeiger: Belli bir yaştaki yüzümüzün ideal bir imajını içselleştirdiğimizi düşünüyor musunuz? Yaşlı bir öğrenciyi hatırlıyorum ne  zaman aynaya baksa “Kim bu yaşlı adam? diye düşündüğünü söyleyen.

Hillman: Kitapta, Freud’un  aynada kendi bir bakışını nasıl yakaladığını ve “o yaşlı adamın” kim olduğunu bilmediğini anlatıyorum.  Kendinizi görmeniz bir sürpriz. Ve bence kendinize düzenli olarak baksanız (kuşkusuz bir erkek tıraş olmak durumundadır, yani sık sık bakar) , kendi yüzünüzde akrabalarınızı, diğer insanları, annenizi, kardeşinizi görürsünüz. Bu insanları yüzümde görmek  – elli yıl önce ölen büyük babamı bile, beni hayrete düşürür. Aile benzerlikleri hayatta geç görünüyor.  Aile ağacı içinden büyüyorsunuz.  Yaşlanmada kısmen direndiğimiz şey bu değil midir? Geriye doğru büyümeye direniyoruz, bu antik ağaçla kaynaşmaya. Ondan çok uzaklaşmış olduğumuzu düşünüyoruz.

Zeiger: Siz yaşlılıkta kendi esas karakterimiz olduğumuzu yazıyorsunuz, “orta” karakter değil biraz egzantrik, kuşkusuz. Babam örneğin daha fazla sinik oldu. Siz esas karakteri onurlandırmayı öneriyorsunuz. Ancak, nezaket, iyilik gibi şeylerden ne haber? Bazılarımız yaşlanmakla daha merhametli olurken bazılarımız daha kötü oluyor. Bazı davranış standartlarını bırakmakta tehlike yok mu?

Hillman: Ortak bir korkuyu söylüyorsunuz. Yani ne olur kötü olmuşsanız? İnsanlar aksi kimselerle uğraşmaya alışık. Ve böyle davranışı düzeltmek için çalışana sosyal bir bağlılık var.

Zeiger: Ebeveynlerden konuşurken, annem ölürken, onun hem burada hem de başka bir yerde olduğunu hissettim. Pratik bir kadındı hiçbir zaman rüyalardan ve ruh dünyasından konuşmazdı ancak ölümüne yakın, bakım evinde, kocama döndü ve “Bill, şimdi duydum ki ölümünün rüyaları var,” dedi.

Hillman: “Ölümünün rüyaları var?” Büyük bir gizin ne şiirsel söylenişi.

Zeiger: Gerçekten onun hem bu dünyada hem de gelecektekinde aynı anda olduğu duygusuna kapıldım. Bu konuda size bir şey sormaya cesaret edebilir miyim?

Hillman: Diğer tarafta ne olduğu konusunda spekülasyon yapabiliriz. Çoğu insanın inanma gereksinimi var, ister cennet, ister reenkarnasyon, ister kanallama olsun.  Ama bu konuyu getirmeyeceğim, çünkü kimse bilmiyor.  Kimse hiçbir zaman dönmedi. Gene de diğer taraf var ve o ilginç duyu var –ki bu hayat kendi başına tam değil. Başka bir şeyi seziyoruz ve bu duygunun çoğunu yaşlı insanlarla alıyoruz. Mesaj taşıyor ya da bir ayakları orada gibi görünüyorlar.  Tribü toplumlarında bunlar şamanlardan ya da yaşlı kuranderlerden –şifacılardan beklenir. Onların ruhlara erişimi olduğu sanılır.

Zeiger: Ve, çocuk değilseniz , bir özlem verir Onu ne diye adlandıracağımı bilmiyorum… “Gidilmesi gereken bir şey,” belki.

Hillman: “Gidilecek bir yer,” evet. Dilekten daha fazla bir şey, çünkü kalpten ve ruhtan geliyor. Alman romantikler diyor ki, “Neye can attığını bana söyle, ve sana kim olduğunu söyleyeyim.” Ne yaptığını değil. Bir partiye gidersin ve insanlar sana ne yaptığını sorarlar ve sen “Araba satarım” ya da “Bahçevanım” dersin. Ancak Romantikler için o “neye can atıyorsun,” neye susadın”dır ki bu büyük bir şeyi -basit bir özlemi , başarı için istek gibi, kast etmiyor- önerir. Amerika bu bakımdan çok sığ. Başarıyı istiyoruz. Ama başarı, şan, ünlü olmak nedir ki? Çocuklarımız reklamlarca başarı fikriyle ayartılıyorlar. Onların güçlü hak duyularını, güçlü çevre duyularını ihmal ettik. Soylu karakterleri görmeleri gerek, ancak bu sesler TV de işitilmiyor. Gösterdiğimiz sığlıkla çocuklara ihanet ediyoruz. Gerçek yaşlı insanları görmeleri gerek.

Zeiger: Cinsellik ve yaşlılıktan ne haber?

Hillman: Yeats tutkuyla yüzleşme ihtiyacından çok söz etmiştir, her yaşta ve ben de kitabımda aynısını yaptım. İnsanlar o zaman bundan rahatsız oldular ve hala oluyorlar.

Zeiger: Puritanlar hala ortalıkta.

Hillman: Evet gerçekten. Esin dolu bir yaşlılık için erotik hayal gücünün çok önemli olduğunu  algılamıyorlar. Kızların peşinden koşmak zorunda olduğunuz anlamında değil. Bu erotik duyguya sahip olmak önemli. Bu kültürdeki yaşlılık için sakat sınırlamalardan biri de erotiklik konusundaki utançtır. Eğer yaşlı insanlar canlılıklarını ve değerlerini iyileştirirlerse kendilerini erotik fanteziye açarlar. Yaşlı insanlar erotizme karşı gardlılar gençliğe ait bir şey olarak gördüklerinden. Ancak erotizm  yaşam kadar uzun süren bir yaşam gücüdür. Hayal gücü,  gerekli olan şey bu. Bir Fransız şakası var: Küçük bir yaşlı kadın papaza günah çıkarmaya gider ve papaza çiftlikte bir oğlanla yaptığı seksin uzun ayrıntılı hikayesini anlatır. Ve papaz : “Tanrım bu ne zaman oldu?” Ve kadın: “Yetmiş yıl önce.” Ve papaz : “Yetmiş yıl önce ve sen şimdi itiraf ediyorsun?” Ve Kadın: “Zaman zaman onu düşünmeyi seviyorum,” der. (Kahkahalar).

“Zaman zaman onu düşünmeyi seviyorum.” İşte mesele. “Kadın kısmen canlı çünkü hayal gücü canlı ve bence bu tekrar tekrar söylenmeli. Puritan bakış açısına göre, bütün bunları arkanıza atmanız gerekir.

Bilimsel bakış açısı yaşlanmanın hastalık olduğunu ve genetik araştırmalarla, gen  eklemeleriyle, yeni tıpla neden yaşlandığımız konusundaki keşiflerle üstesinden gelinmesi gerektiğini söylüyor. Mesaj şu ki yaşlılık olmak durumunda değil; onu tersine çevirebiliriz ya da durdurabiliriz.  Bu ütopik fantezi bilim toplumunda çok güçlü. Ancak böyle fantezilerin sosyal ve etik sonuçları konusunda düşünülmüyor bile. Varsayın ki hepimiz 125 ya da 185 yaşına kadar yaşadık, nasıl yaşardık? Korkunç bir fikir, çünkü insan varlığına ilişkin  temel bir şeyin derin inkarı. Şimdi, bu bilim insanları  derdi ki; “Bu farketmez.  Kölelik insan varlığına ilişkin temel bir şeydi ve ortadan kalktı. Kadına zulüm insan varlığının temeliydi, ortadan kalktı. Yaşlanmak hatta ölmek bu sosyal/tıbbi problemlerin çözebileceğimiz bir başkası.

Zeiger: Yaşlanmak ya da ölmek?

Hillman: İkisi de! Ömür uzaması bile amaç olarak yetmez.  Ölümü önlemek istiyorlar diyorlar ki ölüm gerçekten gerekli bir insan durumu değil. Ancak bu bitip tükenmeme, bu yıkılamaz olma fantazileri bize filozofik, dinsel, etik ve sosyal olarak ne yapıyor? Bir tür robot oluyoruz ya da golem. Zevk almak istemiyorsek nedir. Yaşlılığın gerçek zevkleri var? Yaşlanma zevkine ne olduysa? Sanırım şu: onu zevk olarak görmüyoruz. Sizin ne deneyimlediğinizi bilmiyorum ama ben kesinlikle pek çok şekilde zevk yaşıyorum ve yaşamımdaki öncekilerden değişik zevkler. Oturup olmasını bekleme. Sesli konuşmak ve diğerleri ne düşünürse düşünsün.  Kuşlara bakma ya da insanlara. Müzik zevkim çok daha keskin, işitmem daha az olsa bile.

Zeiger: Daha kolaylıkla kendim olmak ve aklımda olanı söylemek benim için zevk. Belli bir tür kazanılmış otorite zevki. Fazla bunalmadan buraya gelip seninle konuşma zevki.

Hillman: Bu büyük bir şey! Gerçekten ilginç ve önemli insanlara rastladım son beş yılda daha önce rastlayamayacağım, çünkü onlara fazlasıyla huşu duyardım. Yaşlı insanların sık sık belirttikleri diğer bir şey günün basit zevkleri, mevsimlerin zevki, baharı ya da karı tekrar görmenin zevki.  Ayrıca anıların da ne kadar keyif verici olduğunu fark ettim. Hayatlarımızı canlandırma bir zevk olabilir; yalnızca pişmanlık, suç, vicdan azabı  vb. değil. Bazı şeylere tekrar geri dönmekte  tuhaf bir zevk var. Ve yalnızca siz onlara geri dönmüyorsunuz, onlar da size geri geliyorlar. İnanamazsınız. Bütün bunlar nereden geliyor? Onlar yalnızca anılar değil bir zamanlar yaşadığınız sahnelere yeniden girebilmeniz ve yeniden keşfedebilmeniz.

Yaşlılığın hastalıklaştırılmasında birçok zevkler kaybolur –çoğu, duyuların zevki. Yemekten ya da iyi bir uykudan zevk alırsınız. Bir sandalyede oturup keyif alırsınız. (Kahkahalar) Ama tıp yaşlılığı bir egzersiz, diyet, bir dozajlar ve reçeteler  tutkusuna çevirdi. Bu hayat değil ama onun yerine bir şey, endişe dolu.

Zeiger: Doğa yazarı Farley Mowat’ın The Snow Walker adlı bir kitabı var. Eskimo’lar konusunda ve içinde çok kötü bir kış olduğunda ve yiyecek yeterli olmadığında yaşlıların iglooları terk edip ölmek için gittikleri ki çocuklar yaşayabilsin. Bu fedakarlık fikrinde doyurucu ve iyi bir şeyler var, biri gelecek kuşaklar için yer açıyor.

Hillman: Sanırım bu geri adım atma duygusu çok önemli. Bazı şeylere artık gereksinim duymuyorsunuz. Yaşlandıkça genç insanların ne kadar aptalca enerjiye, ne kadar harekete geçmeye  sahip göründüğünden etkileniyorum. Ve bazı yaşlı insanlar konusundaki bir eleştirim geri adım atmayacakları. Ayak uydurmaya çalışıyorlar ama yapamazlar.

Zeiger: Ben gençken çok daha aktiftim politik olarak. Bu azalma ülkede yaşamak zorunda olmaktan mı yoksa enerjide bir değişim mi, bilmiyorum.

Hillman: Sanırım daha fazla yaşlı insanın aktivist olmasına ihtiyacımız var. Atmışlı yıllarda Güneyde insan hakları hareketi varken gençler ve yaşlılar arasında çok koalisyon vardı.  Çevre bakımından da aynı. Yaşlı insanların çok cesareti var. Politik arenaya farklı bir tarzda girebilirler, içinde pek tutsak olmamış olarak  orada olabilirler. Genç insanlarda büyük bir hak duyusu var. Çocukların yaygın şikayetlerinden biri “Haklı değil, haklı değil!”  Yaşlı bir insan onu gene hisseder. Adalet duyusu nereden geliyor bir fikrim yok. Sanki sizinle doğuyor gibi. Dikkate şayan bir şey. Buna hepimiz daha çok dikkat etmeliyiz.

http://thesunmagazine.org/archives/803?page=3

 

“Tırtıl tam da dünyasının bittiğini düşündüğünde kelebek olur.”
~ Anonim