Ölüm; Modern Yaşamın Ötekisi
Ölümlülük, Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Stratejileri (3)*
Modernite ya da Ölümlülüğün Yapısökümü
Nobert Elias’ın belirttiğine göre: “Ölmek üzere olan kişinin karşısında hayatta olan kişi garip bir huzursuzluğa kapılır. Genellikle ne söyleneceğini bilemez. Böyle bir durumda söylenebilecek sözlerin kapsamı oldukça dardır.” Elias yorumunu da ekler: “Huzursuzluk duygusu sözcüklerin çıkmasını engeller.”
Ölmek üzere olan kişi yalnızlıktan çok sessizlik içinde ölür. Her ikimizin de kullandığı ve paylaştığı tek dilde -hayatta kalanların dilinde- birbirimize bir şey aktarmamız olanaklı değildir. Huzursuzluğun en büyük nedeni iletişim kurmanın olanaksızlığı, aramızdaki sessizlik, yetersizliği gizleyen o korkakça sessizliktir.
Ölüm döşeğindeki kişiyle iletişim kurmadaki başarısızlık, biz modern dünyada yaşayanların, belirli bir süre boyunca üzerinden korkunç ölüm imgesinin silindiği yaşam lüksü karşılığında ödediği bedeldir.
Ölüm yaşamın üretilme sürecinde atıktan başka bir şey değildir; yarasız bir atık, becerikli ve yaratıcı bir oyuncularla dolu zengin, meşgul, kendinden emin ve dünyada tam bir yabancı. Ölüm modern yaşamın Ötekisi’dir.
Michel Vovelle’in sözleriyle: “Halka açık cenaze törenlerinin düşüşe geçmesi, ölüleri yaşayanların dünyasından uzaklaştırmakta bulunmuştur… Bütün otoriteler-sivil, bilimsel, dinsel-18.yy sonuna doğru büyük şehirlerde mezarlıkların şehrin merkezine olabildiğince uzak bir yerde kurulması için bir araya gelmişlerdir. Ölülerin kilise bahçesine gömülmesini yasaklayan 1776 Kraliyet Fermanı yalnızca kendiliğinden evrimi onaylamıştır.”
Doğrusunu söylemek gerekirse, ölmek üzere olan bir kişinin yeni bir alışkanlık sonucu hastaneye kaldırılması yoluyla göz önünden uzaklaştırılması son törenlerden çok önce -aslında yaklaşan ölümüm ilk işaretinde- başlar.
Ruth Menahem, “La Mort apprivoisee” adlı yapıtta şöyle der: Modern zamanlarda “ölüm sanki ‘dışardan gelen bir şey’miş gibi yadsınır; kişi ölmez, bir şey tarafından öldürülür (onu öldüren neydi? diye sorma ihtiyacı duyarız).
Her ölüm farklıdır; her ölüm bireyseldir; her ölüm özel bir deneyimdir, her ölüm yalnızdır. Böyle bir ölümün sömürgesi haline geldiği anda yaşam da böyledir: bireysel, içine kapalı, ayrı, paylaşılmayan ve yalnız.
Şimdi Harika
Buddha ve müritleri için “ne geçmiş vardır ve ne de gelecek”, bütün zamanlar “şimdiki zamana dönüşmüştür”. Budist dünya “bütünüyle şimdiki zaman” dünyalarından biridir.
Bu görüşten iki önemli sonuç çıkar:
- Birincisi, her an önemlidir; sonuçta akışkan, kendi kendini yıkmaya mahkûm başka bir “an” olmayacak gelecekte beklenecek hiçbir şey yoktur. Buddha “sonsuz şimdide” yaşayanlara “anı yitirmemelerini” önerir, çünkü “anı yitirenler üzülür”. Buddha “anı yakalayan” keşişleri kutlar, ama “anı ellerinden kaçıranlara” acır.
- İkinci sonuç ise zaten birincinin içinde saklıdır: “Hiçbir şey herhangi sarsıcı bir zamanı aydınlanmayla elde edilen zamana bağlı olmayan andan ayıramaz”. Neyin ne olduğunu ilk anda söyleyebilmenin olanağı yoktur. Gerçekten önemli olan ve ölümün ötesine uzanan tek şeyin önünde bütün anlar eşittir.
Ölümün Ortadan Kaybolma Numarası
Saklanmak için kalabalıktan daha güvenli bir yer yoktur. Kalabalık ne kadar büyük ve yoğunsa, o kadar iyidir.
Saklambaç adı verilen oyun, bugün toplum içinde 24 saat boyunca alabildiğince oynanmaktadır. Sahne öylesine ışıl ışıl aydınlatılmıştır ki, kulis zar zor görülür ve oyuncular nereden geldikleri belli olmadan ortaya çıkıp hemen bir sis perdesi içinde gözden kaybolur.
Kişinin kendini sahneye atması gerçekten çocuk işidir. Ama öte yandan sahnede uzun süre kalabilmek olağanüstü zor, hatta olanaksız görünür. Kuliste sahnenin alabileceğinden çok daha fazla oyuncu beklemektedir, dolaysıyla hepsine kısa kısa roller verilir. Bunlar, on beşer dakikalık şöhretlerdir. Sahnede geçirdikleri zaman böylesine kısa olduğu için, seyirci arasından pek çok kişi de, sırası geldiğinde kendilerine ölümsüzlüğün bu kolay erişebilirliğini ve gelip geçiciliğini deneme olanağı verilmesini umut edebilir.
Ölümün dehşetinden kurtulmanın birçok yolu vardır. Ama ne kadar çeşitli ve çok sayıda olursa olsun, bütün ustalıklı kurtulma yöntemleri kabaca iki temel sınıfa ayrılabilir.
Bunlardan biri “O köprüden zamanı gelince geçeriz” ilkesini izler; köprüden bir zaman geçilmesi gerektiğini kabul eder, ama bu geçiş zamanının -belki de süresiz olarak (bugün insanları dondurma çılgınlığı en kökten özelleştirilmiş uçta bu umudu temsil eder; ulus ya da öteki “nedenler”in ölümsüzlüğü en uç ortaklaştırılmış versiyonu sunmuştur)- ertelenebileceğinde ısrarlıdır.
İkinci yöntem-içinde yaşadığımız dünyanın, gitgide postmodern olan bir dünyanın, gitgide tercih ediyor gibi göründüğü yöntem – bütün yaşamı bir köprü geçme oyununa dönüştürür: Bütün köprüler genelde birbirine benzer, hepsi kişinin günlük yaşam planının bir parçasıdır, böylece hiçbir köprü “son” köprü gibi uğursuz bir görünüm sergilemez (en önemlisi, hiçbiri “dönülmeyecek” köprü gibi görünmez). Köprüyü geçmek, alışılmış hatta kimi zaman hoşa giden bir etkinliğe dönüşür; bunun en önemli nedeni bugüne dek gerçekleştirilen her geçişin geriye dönülebilir gösterilmesidir. Köprülerden hiçbiri tek yönlü bir yol olarak gösterilmemiştir. Hiçbir şey sonsuza dek, “ebediyen” ortadan kaybolmuyor görünmemektedir; nesneler, bir süre için görünmez kalsalar da, var olmaya devam eder gibidirler. Bir zaman berbat edilen bir şey, bir sonraki seferde daha iyi yapılmaz değildir. Hiçbir kayıp geri döndürülemez değildir.
Her Gün Prova Edilen ÖLÜM
Hiçbir şey yaşlılıktan, aşırı yorgunluktan, onarılmayacak ölçüde dağılmışlıktan dolayı ölmez: “Doğal nedenler” sonucu ölmez; ölüm kaçınılmaz olduğu için ölmez. “Doğal ölüm” noktasına gelmeden, aslında “geçkinlik” belirtileri göstermeye başlamadan çok önce ölür.
Rahatsızlıktan uzak bir yaşta yaşanan dünyadan ayrılışları “temel” sonsuzluklarını ortadan kaldırmaz. Öyle olmalarını istersek, sınırsız bir biçimde kalımlı, hatta ölümsüz olabilir. Ama ölümsüz olmalarını istemeyiz.
Hiçbir şey yaşam boyu süreceğe benzemez, yaşamdaki hiçbir şeye yaşam boyu sürecekmiş gibi yaklaşılmaz, hiçbir şey bu biçimde benimsenmez ve hoş görülmez. Beceriler, işler, meslekler, evler, eşler; bütün bunlar gelip geçer, ama çok uzun süre kalması durumunda rahatsız etme, can sıkma ya da utandırma eğilimindedir. Hiçbir şey bütünüyle onsuz olmaz değildir, dolayısıyla eşya ya da eşlerin gözden kaybolması durumunda trajedi ne dayanılmaz ne de çok sarsıcıdır.
Evlilik bağlarının kalıcılığı, “ölüm bizi ayırana kadar” türü evlilikler konusundaki ısrarcı tutumuyla modern toplum, “dulların çevresinde bir boşluk yaratmıştır”, dulların çevrelerindeki herkesin önlemek için ellerinden geleni yaptıkları ölümcül yazgının kokusunu yaymışlardır.
Sonsöz
Bir insanın başka bir insana sunabileceği en büyük armağan kendi yaşamıdır. “Bir başkası için ölmek” başlıca etik davranıştır; bütün bir ahlakın ölçüldüğü, bütün bir ahlakın yalnızca bir benzetme olduğu bir davranış. Bu aynı etik tutumun hem başlangıcı (ölmeye hazır olma gibi) hem de ufkudur (ölme edimi gibi).
Ölümlülük, dünya üzerindeki her şeyi değiştirebileceği ve kendine uyarlayabileceği inancından beslenen insanoğlunun en büyük yenilgisidir. “Ölümsüz eserler” vermek yoluyla, bedenin ölümlülüğü düşüncesinin ölümsüzlüğüyle alt etme çabası, insanın ölümlülük karşısındaki en masum çabalarındandır.
* Zygmunt Bauman; Ölüm, Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Stratejileri (Mortality, Immortality and Other Life Strategies), Ayrıntı Yayınları. Özetleyen: Halit Yıldırım
~ Maurice Chevalier
Bir cevap yazın