Kültürümüz yaşlanmayı öylesine nefret edilen bir şey olarak  alıyor ki, medyadan gelen iftiralara bile ön yargılı olarak  bakılmıyor.

Bugünlerde canımı sıkan şey, televizyondaki saç boyası reklam kuşağı. Daima parlaklık ve ipeksilik vadeden deyimler arasındaki bir söylem, ürünün tamamen gri saçları kapattığı. Gri, korkutucu yaşla ilişkili bir renk yani, grinin yaşlı, yaşlının da kötü olduğu beynimizin içine yerleşmiş,  bilinçaltıyla algılanıyor, her gün ve günde yüzlerce kez tekrarlanıyor,  gökyüzünün de rengi olduğu hatırlanmıyor.

Başka yerlerde duyduğumuz aşağıdaki, günlük konuşmaların her biri de aslında yaşlı olmanın berbat bir şey olduğunu hissettirir:

Altmış yeni 40’tır.

O kadar yaşlı görünmüyorsun.

Yalnızca hissettiğin yaştasın. (Ya da hissettiğin kadar gençsin.)

100 yaşa yakın yaşamış olan komedyen George Burns, “Yaşlanmamanız elinizde değil, fakat yaşlanmak zorunda değilsiniz” demiş.  Ne demek istemiş?

Bütün bu deyimleri kullanan insanlar yaşlı olmanın sallanan bir iskemlede uyuklamak olduğunu sanıyorlarsa, nerden gelmişler bunlar? Yaşamla ilişkisini kesmiş herhangi bir yaşlıya rastlamadım, ben.

Devamlı verilen mesaj “yaşlanmayın” ya da “yaşlanacak kadar şanssızsanız, bunu halkın gözünden saklayın.” Her taraftan üzerimize gelen ve tekrar edilen bu uyarı, yirmi yaşındakilere daha uyan davranışlarla birlikte zehirli enjeksiyonlar ya da plastik cerrahiyle kendimizi gençliğin bir kopyası haline döndürmek anlamına geliyor.

Bütün bunların yanlış tarafı, yaşlı olmayı seviyorum ve böyle düşünenin bir tek ben olduğuma da inanmıyorum. Gençliğin endişesi gitti. Orta yaş uğraşları arka plana düştü. Kırışlıklar ve sarkmalar konusuna ilgimi yitirdim. Artık zayıf olmadığıma aldırmıyorum. Çok şey öğrendim, kendime güvenliyim ve olasılıkla başıma ne gelirse gelsin halledebilirim ya da kimden yardım isteyebileceğimi bulabilirim.

Yaşlılığın düşüş kısmına aldırmıyor değilim, çoğu fiziksel. Bunu yazarken,  satılmak üzere olan bu yeri tertipleyip temizlemek için bütün bir hafta sonu boyunca gerilme, diz çökme, eğilme, ovalama, temizleme, merdiven çıkıp, inme, mobilyaları sürükleme, paspaslama, elektrik süpürgesi kullanma uğraşılarından sonra bedenimde ağrımayan tek bir kas yok. Hayatımın çoğu kısmında çok çalışıp sonra da dansa gidebildim. Şimdi gidemiyorum.

Enerjim ve direncim yıllarla beraber gitti. Derin uyku sinir bozucu bir şekilde problemli. Bu hafta sonu keşfettim ki, beş dakikadan daha uzun bir süre diz çökmem dizlerimde aşırı ağrıya yol açıyor. Açıkça görülüyor ki, dişlerimden de uzun yaşadım. Yakın belleğim kısaldıkça kısalıyor, her ne kadar bunun bir artısı varsa da, bence, fazladan egzersiz, odadan ayrılırken unutttuğum eşyaları geri almak için en azından iki kez daha fazla yürüyorum.

Her türlü yeni sinir bozucu şey düzenli olarak ortaya çıkıyor, ancak şimdiye dek çoğunlukla sağlıklı olduğum için minnettarım.

Kaçınılmaz son, yaşlanma korkusu, üzerinde ilk kez çocukluğumda, kaçınılamaz ve sürekli olduğunu anladığımdan beri çalışıyorum. Ölüme kabul (her ne kadar biraz geciktirmeyi istesem de). Şimdi korkulu olmaktan çok meraklıyım, diğer tarafta bir şey var mı diye. Ne olduğunu bulmak için sabırsızlanıyorum. Eğer bir şey yoksa bilemiyeceğim.

Yaşlanmayla ilgili en büyük sorun benimki değil. Hayatın diğer alanlarında, iş, sağlık, politikacıların sürekli sosyal güvence ve sağlık bakımını kesme konusundaki kararlılıkları ve yaşlanmanın olabilecek en kötü şey olduğu konusunu sürekli tekrarladıkları egemen sosyal iklim.

Bütün bunlara karşın, altmışlarım, bitirmeye bir yılım kaldı, yaşamımın en iyi zamanıdır.

Liking Growing Old. Time Goes By

 

 

“Çünkü bazı şiirler bekler bazı yaşları.”
~ Behçet Necatigil