Her şeyin suçlusu sensin!
Öyle bir dönem oluyor ki çocuklar hissettikleri, yaşadıkları bütün olumsuzluklardan dolayı seni suçluyor, yalnızca seni, babalarını değil… Üstelik onun yanlışları da senin yanlışların sayılıyor -onu senin kimliğinde tek bir blok olarak da gördükleri oluyor.
Çünkü onlar için en çok didinen, en çok özveride bulunan, en çok yorulan, onları en çok düşünen ve en çok seven kişi sensin. Çünkü aslında onlar olduktan sonra artık sen yoksun, ya da sen yalnızca onlarsın. Çünkü ne yaparsa yapsınlar onlardan vazgeçmeyeceğini, seni -yaşarken- asla kaybetmeyeceklerini iyi biliyorlar. Bu güvenlerinden dolayı olsa gerek, dışarıda da onları üzen, sinirlendiren, kızdıran ne varsa hınçlarını almak, sinirlerini boşaltmak için hiç frene basmaksızın hep seni hırpalıyorlar, acılarını, hınçlarını yalnızca senden çıkarıyorlar.
Babalarının hayatı tıkırında, o da sana yüklenmiş, yalnızca kendi hayatını yaşıyor; gazetesinde, televizyonunda. Çocuklar derdi değil, ev sorumlulukları derdi değil. Senin gibi düşünüp yorulmuyor, zorlanmıyor, üstelik o da talep ediyor, sürekli. Bir çocuk da o. Hem de zaman zaman senin yaptığın, yapmak zorunda olduğun gibi çocukları zorlamak, kısıtlamak, belki de azarlamak durumunda da kalmıyor, hep karşılarına çıkmıyor, onlarda öfke yaratmıyor. Çocuklar onunla niye kötü olsun ki… Ayrıca senin yükünü, duyarlılıklarını paylaşmadığı, yapması gereken şeyleri ya hiç yapmadığı ya da genellikle beşinci söyleyişinde yaptığı için o da zaman zaman nasibini alıyor senin kızgınlıklarından. Çocuklar onu da zaman zaman kendi saflarında görüyor, onunla empati yapıyor -sana kızarken onu hoş tutuyor olmalarının nedeni bu olmalı.
Halbuki onlar için saçını süpürge eden sendin. Onca yıldır yaşadığın yoğunluk, yorgunluk, stres doğal olarak seni bazen sinirli, kızgın ve hatta kavgacı yaptı. Ve sonuçta da yalnızca bir günah keçisi oldun. Gayretlerin için ne bir teşekkür, ne de taktir…
Çocukluğunda J. F. Kennedy’le yapılmış bir söyleşiyi okumuştun, ona okuduğu en iyi kitabın ne olduğu soruluyordu, o da ‘annem’ diye yanıtlıyordu. Çok özenmiştin, çocukların olduğunda öyle hissetsinler istemiştin… Ne hayal kırıklığıydı ama yaşadığın… Küçülüp ana rahmine geri dönmelerini istedin… Bebekliklerine, ilk çocukluklarına, seni hayran hayran dinleyip dediklerini yaptıkları döneme geri dönmelerini istedin… Böyle rüyalar gördün… Ölmeyi istedin… O derecede…
Ancak başları her sıkıştığında, her zora geldiklerinde koştukları kişi de hep sendin. Hala da sensin. Ne hoş bir ironi…
Bilmiyorlar ki anneleri de olsan sen yalnızca bir yaşam acemisisin. Daha önce hayata gelmedin ki… Gerekli deneyimleri edinmedin ki… Yaşam basamaklarını ancak kendi anne-babanın çıkmış olduğu yükseklikten tırmanmaya başladın. O kadarcık bir vizyonla başladın. O zamanlarda onları şimdilerde yapabildiğin, yapabileceğin -ruhsal, ekonomik- kadar rahatlatamazdın ki…
Ama sen çocukken onlar kadar hırçın, saldırgan ve kırıcı değildin. Çoğu sıkıntını kendi içinde yaşadın ve bitirdin. Anne-babanın onlarınki gibi ‘şımarıklıklarla’ uğraşacak, onları dert edecek ne halleri, ne de farkındalıkları vardı. Ne de zaten umursarlardı. Çok daha ağırdı hayatları, çok daha yaşamsal şeylerdi dertleri. Sen küçücük de olsan durumun farkındaydın. Çok daha zor olan koşullarını kabul etmiştin, olumsuzluklardan, eksikliklerden dolayı onları bu denli suçlamamıştın. Ne bulduysan razı olup oradan başlamıştın. Yaşam seni daha mı olgun yapmıştı..? Yoksa farkındalığın mı daha yüksekti..?
Rumuz: Oyun Gibi
~ Pamela Blair
Bir cevap yazın